Açık Gazete'de Ömer Madra ve Özdeş Özbay, Dünya Kadınlar Günü’nde Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli kadın direnişçilerden Sabiha Sertel'i Nur Deriş'ten dinliyorlar.
Ömer Madra: Evet Açık Radyo’nun Açık Gazete’sindesiniz. Saat dokuzu üç hatta şu anda dört dakika geçerken tekrar beraberiz ve biraz önce de sunumunu yapmaya çalıştığımız gibi bir konuğumuz var; destekçimiz, dinleyicimiz ve dostumuz Nur Deriş. Dünya Kadınlar Günü’nde ya da Kadın Emekçiler Günü’nde Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli kadın direnişçilerden birisi Sabiha Sertel'in üzerine de belgesel çekimini tamamlamak üzere tam da bunu konuşmanın zamanıdır diyerek hoş geldin Nur, merhaba.
Nur Deriş: Merhaba, hoş bulduk.
Özdeş Özbay: Merhabalar, hoş geldiniz.
N.D.: Merhaba.
Ö.M.: Evet, Sabiha Sertel’i daha önce de bir kaç defa konuşma fırsatını bulmuştuk ama bugün daha da anlamlı oldu. Sertel hakkındaki belgeseli de tamamlamaktasın sanıyorum değil mi? Bize biraz bu konuda bilgi verir misin lütfen?
N.D.: Evet, belgeseli inşallah tamamlayacağız. Ben, yönetmen Tayfun Belet ile çalışıyorum, profesyonel bir iş çıkarmaya çalışıyoruz ve Sabiha Sertel ayrıca akrabam olduğu için yani dedemin kız kardeşi, babamın halası olduğu için benim ayrıca bir vefa borcum var kendisine. Ama bence bütün kadınların, özgürlük için, demokrasi için ve haklar için mücadele eden bütün kadınların da vefa borcu olacağı bir kişiden bahsediyoruz. Sabiha Sertel o bakımdan önemli. Siz sabah Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili galiba takvimden okumalar yapıyordunuz.
Ö.M.: Evet.
N.D.: Orada bazı tarihler verdiniz. Tabi bunun ilk tarihi, 8 Mart 1857 - New York’ta kadın işçiler bir yürüyüş düzenliyor ve çok ağır çalışma koşulları, çocukların işçi olarak sömürülmesine karşı bir protesto yürüyüşü bu. Ama ondan sonra pek bir ses çıkmıyor ta ki 1909’a kadar. 1909’da ilk defa yeniden Dünya Kadınlar Günü olması amaçlanan ama tekrar New York'ta ortaya çıkan bir hareket var; Amerikan Sosyalist Partisi’nin düzenlediği bir kadınlar yürüyüşü bu.
Esasında ilginç bir tarih, neden? Çünkü devrimler tarihinin tam ortasında bir yerde ve ayrıca Sabiha'nın da kendi hikayesiyle tamamen kesişen tarihler bunlar. Çünkü 1909’da Sabiha, Selanik'te ve abisi Celal yani benim dedem İttihat ve Terakki'de gayet aktif bir rol alarak, istibdata karşı mücadele ediyor ve o sırada Selanik'te meydana gelen devrimde Sabiha onun yanında. Sabiha bu devrim ortamında büyüyor. Aynı devrim ortamında da aslında kadın haklarını savunmaya çok erken başlıyor. Nasıl?
Evde maalesef işler abisiyle olduğu gibi babasıyla çok anlaştığı bir duruma işaret etmiyor ve annesine karşı babasının şiddete varan ve aşağılayıcı tavrından hiç hoşnut değil. Bir gün soruyor annesine, ‘Sen babamın hizmetçisi misin?’ ‘Tabii’ diyor annesi, ‘Her kadın kocasının hizmetçisidir’. Sabiha, ‘Ben kocamın hizmetçisi olmayacağım, zaten evlenmeyeceğim de’ diyor, annesi de ‘Evleneceksin diyor. Sabiha, ‘Evlenmeyeceğim, evlensem de kocamın hizmetçisi olmayacağım’ diyor. Yani daha sekiz yaşında bir Sabiha'dan söz ediyoruz. Bu ömür boyu ona aslında yoldaşlık eden bir düşünce, bir inanç ve sonradan yazdığı Roman Gibi adlı otobiyografisinde de ‘Evlendim ama kocamın hizmetçisi olmadım’ diyor. Yani burada da bir kadın hakları savunucusunun ilk yeşerdiği filizleri görebiliyoruz. Bu bakımdan da önemli.
Bu 1909 tarihi o açıdan benim ilgimi çekti ve tabii daha sonra 1910’da Uluslararası Sosyalist Kadın Konfederasyonu’nun düzenlediği ciddi bir kadınlar günü, Emekçi Kadınlar Günü var. Daha da ilginç bir tarih tabii 1917; Ekim Devrimi’nin işaret fişeğini çeken gene kadınlar. 8 Mart tarihinde Saint Petersburg’ta yapıyorlar bunu ve o gösteri başka işçilerin de katılmasıyla aslında 1917 Ekim Devrimi'nin bir habercisi oluyor. İşte Sabiha bu ortamda, devrimler ortamında yetişen ve o ortamdan çok etkilenen bir genç kadın. Hatta Selanik'teyken daha okuma imkanı var. İçinde bulunduğu dönme cemaati, çok önem veriyor kızların okumasına ama üniversiteye kadar bu, üniversite eğitimi almaları mümkün değil. Dolayısıyla Sabiha ne yapıyor? Cep harçlıklarını topluyor, kız arkadaşlarından bazılarını bir araya getiriyor ve onların da cep harçlıklarını toplamalarını sağlıyor, kendi paralarıyla üniversite seviyesinde eğitim alabilecekleri öğretmen tutuyorlar kendilerine ve özel ders alıyorlar. Yani böylesine bir aydınlanma ortamında yaşıyor ve yaşatıyor aslında. Çünkü bu Sabiha’nın kurmuş olduğu ilk örgüt, öyle diyebiliriz, adını da Tefeyyüz Cemiyeti koyuyor.
Ö.M.: Feyz almaktan geliyor yani aydınlanmak.
N.D.: Feyz almaktan, evet, aydınlanma cemiyeti, aydınlanma derneğini kuruyor yani. Böyle bir başlangıcı var hayata.
Ö.M.: Peki Nur, sözünü kestim pardon ama senin söylediklerinden de net olarak şu da çıkıyor ama bir kez daha altını çizmekte yarar olabilir; Sabiha Sertel yalnız Türkiye'de değil, dünya çapında da kadın direnişçilerinin öncülerinden biri tarihlere bakıldığı zaman, öyle değil mi?
N.D.: Tabi, zaten 1919’da ABD'ye gittikleri zaman orada Columbia Üniversitesi’nde tahsil görüyor ve sosyal iş mektebine gidiyor. Oradaki hocaları diyorlar ki, ‘Senin teorin çok kuvvetli ama pratiğin yok, bu iş pratiksiz olmaz’. Onun üzerine oraya gelmiş olan Türk işçileri örgütlemek üzere harekete geçiyor ve onların sorunlarını çözmek üzere onlarla toplantılar yapıyor. Bu iş iyice gelişiyor ve o sırada Türkiye'de tabii bir Kurtuluş Savaşı sürüyor. Türkiye’de çocuklar özellikle de savaşın yetim bıraktığı çocuklar çok zor durumda ve dedemin de kurmakta önayak olduğu Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ni yani bugünkü adıyla Çocuk Esirgeme Kurumu için o zaman Fuat Bey diye bir temsilcisini yolluyor. ABD'deki bütün Türk işçilerin bulunduğu yerlere giderek Kurtuluş Savaşı’ndaki yetim çocuklar için bağış topluyorlar ve o günün parasıyla 100 bin doları aşan bir para toplanıyor. Sabiha, bu örgütlenmenin de içinde ve başında, öyle diyebiliriz. Yani hiçbir fırsatı kaçırmıyor Sabiha, onu söyleyebiliriz.
Mesela daha sonra İspanya iç savaşı sırasında tekrar ABD'ye gidiyor ve çünkü o sırada büyük kızı Sevim orada okuyor. ABD'ye gittiğinde görüyor ki Chicago’da daha önce örgütlediği işçiler oradaki o derneği sürdürüyorlar ve İspanya iç savaşına yardım göndermek üzere hasta bakıcılarla, ambulans arabalarıyla bağışlarını toplayıp böyle bir yardım gönderme hazırlığı içindeler. Yani hala o isimle kurduğu derneğin devam ettiğini ve işçilerin onu bu amaçla tekrar sürdürdüklerini görüyor Sabiha.
Ö.M.: Evet, yani Türkiye'de Kurtuluş Savaşı çocuklarına da yardım örgütlüyor, bir yandan da İspanya iç savaşında da Franco’ya karşı örgütlenen devrimcilere destek veriyor. Yani dört bir yanda enternasyonal bir mücadelenin de başını çekenlerden biri Sabiha Sertel aynı zamanda.
N.D.: Tabii Sabiha, Türkiye'nin ilk kadın profesyonel gazetecilerinden birisi, bu açıdan da çok önemli. Kocası Zekeriya Sertel ile birlikte daha 1919’da işgal altındaki İstanbul'da Büyük Mecmua diye bir dergi çıkarıyorlar. Bu dergide o zaman Türkiye'nin en kalburüstü aydınları, yazarları ve sanatçıları yer alıyor. Bunların arasında tabii Halide Edip de var. Bu işgal altındaki İngiliz sansürüyle süren yayından bir süre sonra Zekeriya tutuklanıyor yazısı nedeniyle. Tutuklanınca tabi büyük bir telaş, ne olacak şimdi, dergi nasıl çıkacak deniyor çünkü Zekeriya, Sorumlu Yazı İşleri Müdürü. Onun üzerine Sabiha üzerine alıyor ve o sırada Zekeriya'nın bulunduğu Bekirağa Bölüğü denilen, siyasi tutukluların bulunduğu bölüğe girmeyi başarıyor, kocasından bir vekaletname alıyor ve derginin yazı işleri müdürlüğünü üstleniyor. O akşam eve gidiyor ve kapı çalınıyor. Kapıyı açtığında karşısında kendinden daha yaşlı bir hanım görüyor, ‘Buyurun, kimi aramıştınız?’ diye soruyor. ‘Ben Halide Edip’ diyor tabi karşısındaki. Tabi çok şaşırıyor çünkü ilk defa görüyor Halide Hanım’ı. ‘Buyurun, rica ederim’ diyor Sabiha. Halide Hanım çok telaşlı, ‘Nasıl olacak şimdi, nasıl çıkacak bu dergi?’ diyor. ‘Ben üstüme alacağım’ diyor Sabiha ve ‘Sen nasıl üstüne alırsın? Sen daha çocuksun’ diye cevap veriyor Halide Hanım. ‘Yavaş yavaş büyüyeceğim’ diye cevap veriyor Sabiha.
Yani Sabiha'nın hayatını izlediğimiz zaman çok hızlı büyüdüğünü görüyoruz. Ne kadar hızlı büyüyen bir genç kadın, daha 24 yaşında ve o sırada iki yaşında bir bebeği de var evde. Ömer, belki sen de hatırlarsın, şimdi artık tabii yeni teknolojilerle o imkanlar çok geride kaldı ama o zaman gazeteler, kitaplar kurşun harflerle basılırdı ve o kurşun harflerin her biri kutuları dizilirdi, o kutuların içerisinde mürekkeplere bandırılırdı. Yani çok zahmetli bir süreçti baskı yapmak.
Ö.M.: Dizgicilik ayrı bir zanaattı, ayrı bir meslekti. Dizgicilik mesleği vardı.
N.D.: Tabii, yani ben bunu Cağaloğlu’ndan hatırlıyorum, son demlerine yetişebilmiştim bu dönemin. Eski harfler bir de o zaman ve bu iş tamamen erkeklerin yaptığı bir iş. Dolayısıyla Sabiha, bunu doğru yapabilmek için, derginin düzgün çıkması için matbaaya gidiyor ve oradaki dizgiciye ‘Bana bu harfleri nasıl dizeceğimi öğreteceksin’ diyor. Yani nasıl olur, bir kadın bunu nasıl yapar diye bayağı bir tepki geliyor. Ama Sabiha ısrar ediyor, öğreniyor ve kendisi diziyor harfleri. Böyle de bir yerden geliyor Sabiha.
Ö.M.: Evet, Kadın Emekçiler Günü’nde anmayı daha çok hak eden başka birisini düşünmek zor Türkiye'den. Peki, bir de onun daha sonra Tan macerasına da uzanacak çok büyük bir mücadele hikayesi var. Biraz da onlardan da bahsedelim.
N.D.: Tabi, yani Tan artık Nâzım’ın hapishanede olduğu bir dönem. Daha önceki Resimli Ay döneminde Nâzım ile birlikte çok yakın bir iş arkadaşlığı, dostlukları var. Ama o dönemde Tan, gerçekten Türkiye basınına damgasını vuran en önemli yayınlardan biri oluyor. Hatta ben - biraz sübjektif olabilir ama - en önemlisi diye düşünüyorum çünkü tiraj açısından ikinci gazete. Birinci gazete, tahmin edebileceğiniz gibi o sıradaki tek parti yönetiminin de bir borazanı olarak görülebilecek Cumhuriyet gazetesi, dolayısıyla Cumhuriyet gazetesinin birinci sırada olması şaşırtıcı değil. Esas Tan’ın ikinci sırada olması bence ilginç.
Ö.M.: Şaşırtıcı, evet.
N.D.: O açıdan çok önemli ve gene en başından beri, bütün yayıncılık hayatlarında olduğu gibi Türkiye'nin en kalburüstü, en değerli aydınlarını, yazarlarını, sanatçılarını bir araya getiren bir yayın ve tabii bu bir yandan da faşizmin yükseldiği yıllara rastlıyor. Tan, faşizme karşı, Nazizm’e karşı gayet kararlı bir mücadele yürütüyor ve bütün savaş yılları boyunca da bundan hiç vazgeçmiyor. Bâb-ı Âli basını genellikle ve Cumhuriyet de dahil olmak üzere Nazi yanlısı bir tavır aldığı halde bunu asla kabul etmiyor ve gayet açık bir şekilde Nazizm’e karşı yayınlarını sürdürüyor. Tabii bu o zamanki iktidarın da hiç hoşuna giden bir durum değil.
Savaş sonrasında, nitekim bütün savaş boyunca Türkiye savaşa katılmasa bile Nazizm’den yana tavır alan, Almanya'ya krom satan bir iktidar var Türkiye'de ve bu son ana kadar da devam ediyor. Ama Almanya savaşı kaybedince bu sefer bir anda Türkiye saf değiştirmek ihtiyacını hissediyor ve Almanya'ya savaş ilan ediyor. Neden? Çünkü o sırada yeni ittifaklar kuruluyor ve Türkiye de bu ittifakların içerisinde yer almak ihtiyacını duyuyor, Batı’ya tekrar yönelmek ve o sırada kurulmakta olan yeni düzenin bir parçası olmak istiyor; nitekim kurulacak olan Birleşmiş Milletler’de yer almak, NATO'da yer almak da istiyor. Bunlar Türkiye için çok önemli.
Bunlar tabii başka bir şeyin yansıması oluyor. O sırada artık bu tek parti yönetimine karşı partinin içinden ciddi bir muhalefet çıkıyor; Celal Bayar’lar, Adnan Menderes'ler gibi. Bu da birçok partili döneme geçiş sürecinin işaret fişeği. Tan gazetesi bunu canı gönülden destekliyor, bir demokrasi cephesi, geniş bir cephe kurulması için çalışmalar yapıyor ve hatta Görüşler diye bir dergi çıkarmayı planlıyorlar. Bunun yazarları içerisinde de Celal Bayar, Adnan Menderes yazı yazmayı vadediyor ve bunun duyuruları yapılıyor. 1945 yılını geldik bu arada ve bütün bunlar olurken, bir yandan da tabi o zaman İsmet İnönü’nün Milli Şef olduğu ve Şükrü Saraçoğlu'nun iktidarda Başbakan olduğu bir dönem. Yani İsmet İnönü, Milli Şef ve CHP’nin de değişmez başkanı ilan etmiş durumda kendisini. Hükümetin başında Başbakan Şükrü Saraçoğlu var. İstanbul'da da Vali Lütfi Kırdar var. Lütfi Kırdar ismi en azından İstanbullulara tanıdık gelecektir, şimdi onun hakkında belki başka şeyler de öğrenecekler.
1945’te Tan gazetesine karşı tamamen hükümetin tertiplediği bir kalkışma oluyor. Üniversite öğrencilerini harekete geçiriyorlar 4 Aralık’ta. Bundan bir gün önce Hüseyin Cahit Yalçın, Tan gazetesine karşı kendi gazetesi Tanin’de ‘Kalkın ey ehl-i vatan!’ başlığıyla gençliği kalkışmaya çağıran bir yazı yayınlıyor. Bütün bunlar hazırlıklı bir şekilde sürüyor ve 4 Aralık 1945 günü önce binlerce kişilik bir öğrenci topluluğu, daha sonra 10 bin kişiye varan başkaların da katılımıyla Bâb-ı Âli üzerinden Tan gazetesine binayı yıkmak, yakmak için yürüyorlar. Yakmayı başaramıyorlar ama matbaayı yıkmayı başarıyorlar. Böyle bir gün yaşanıyor ve tabii bu Sertellerin de gazetecilik hayatının sonu oluyor. Allahtan o gün orada değiller Serteller çünkü bir gün önce uyarılmışlar ve evdeler. Ama bir gün önce de Zekeriya Sertel, Lütfi Kırdar’ı arıyor ve ‘Böyle bir şey duyduk, gazeteye karşı bir saldırı olacakmış, siz tedbir alıyor musunuz?’ diyor. Lütfi Kırdar, gayet sakin, ‘Evet, merak etme, her türlü tedbir alındı, hiçbir şey olmayacak’ diyor. Bütün bunlar olurken tabii bu arada yıkım başlıyor ve gazetede bulunanlar telefon ediyorlar Zekeriya'ya, ‘Bunlar geldi, ortalığı yıkıyorlar’ diyorlar. Zekeriya Sertel de, ‘Evet ama ben polise haber verdim, Lütfi Kırdar'a haber verdim, polisin tedbir aldığını söylüyor’ diyor. O sırada ‘Evet, polis burada ama sokağın karşısından seyrediyorlar olanları’ diyorlar gazetenin içindekiler ve bu şekilde Lütfi Kırdar’ın da nasıl bir rol oynadığını görüyoruz bu olayda. Tekrar telefon ediyor Zekeriya ve ‘Buna sen tedbir aldılar diyordun ama yıkıyorlar gazeteyi’ diyor Lütfi Kırdar’a. ‘Evet, ben de haber aldım ama merak etme’ diye cevap veriyor Lütfi Kırdar. ‘Nasıl merak etmeyeyim, bunlar şimdi Sirkeci'den vapura binmişler, Moda’ya, bizim evimize geliyorlarmış’ diyor Zekeriya. ‘Onu da haber aldım, merak etme. Ben o vapurun yönünü çevirttim, Ada’ya yönlendirdim onları’ diye cevap veriyor Lütfi Kırdar. Yani bu kadar aslında sinik diyebileceğimiz, kendine hiç bu kadar toz kondurmadan tedbir aldığını söyleyen bir valisi var o sırada İstanbul'un. Böyle bir ortamda Tan gazetesi sonunda fikirlerini yıkamadıkları için binalarını ve matbaalarını yıktıkları bir sonla yayın hayatına son veriyor.
Ö.M.: Evet, aralarında, ilişkide bulundukları insanlar arasında da Nâzım Hikmet gibi, Sabahattin Ali gibi son derece ön planda mücadele veren önemli yazarlar, şairler ve romancılar da var.
N.D.: Tabi, sonuna kadar var onlar.
Ö.M.: Ama onların da sonu pek parlak olmuyor tabi. Peki, birkaç dakikamız kalmışken Nur, bir de şunu söylemek istiyorum; bu büyük Tan faciası sonrasında yurt dışında devam ediyorlar ve orada da çok zorluk çekiyorlar, değil mi her ikisi de?
N.D.: Evet, yani orada çok zorlu yıllar başlıyor. 1950’de Sabiha, Zekeriya ve küçük kızları Yıldız Sertel ile birlikte ayrılıyorlar Türkiye'den, Paris'e gidiyorlar. Aslında ABD'ye gitmek istiyorlar çünkü ABD’de büyük kızları oturuyor ve orada bir yuva bulabileceklerini düşünüyorlar. Ancak iltica talepleri reddediliyor ABD tarafından ve onun üzerine Paris'e gidiyorlar. O sırada başlamış olan bir TKP baskını ve tutuklamaları var Türkiye'de. Başlamış olan bu tutuklamaların tabii haberleri Paris'e de geliyor ve Paris'te de gizli polis tarafından izlendiklerini anlıyorlar, orada kalamıyorlar. Dolayısıyla o sırada da yurt dışına çıkmayı başarmış olan Nâzım Hikmet'in yardımıyla Budapeşte’ye geliyorlar ve Budapeşte'den itibaren Sovyet ülkelerinde yaşadıkları uzun yıllar başlıyor. Bu sürgün gönüllü mü gönülsüz mü, onu daha sonra kendileri de anlayacaklar çünkü Sabiha ile Zekeriya'nın ilişkisinde ilginç olan Sabiha aslında komünist ve TKP’li ama Zekeriya asla değil. Zekeriya her zaman bir demokrat ve her şeyden önce de bir gazeteci. Dolayısıyla o objektifliğini ve tarafsızlığını korumak için gazeteciliğin gerektirdiği bir tavrı ömrü boyunca sürdürüyor ve bu çiftin dinamiği o açıdan ilginç. Her şeye rağmen birlikte kalmayı başaran bir çift bunlar. Aynı zamanda Zekeriya, Nâzım’ın en yakın arkadaşı, hatta sırdaşı. Dolayısıyla başkalarıyla paylaşamadığı şeyleri Zekeriya ile paylaşabiliyor Nâzım. Bu arkadaşlık sürdüğü sırada bir yandan da - onlar tabii boş duramayan insanlar - Türkiye için gene bir şeyler yapmak istiyorlar ve bir radyo fikri çıkıyor ortaya, Bizim Radyo ortaya çıkıyor.
Bizim Radyo, tamamen Nâzım’ın, Zekeriya'nın, Sabiha'nın birlikte geliştirdikleri bir fikir ve tabii bunu yapmaları için de o sırada Sovyetler Birliği'ndeki TKP’nin bir şemsiyesine ihtiyaçları var, kendi imkanlarıyla bunu yapamazlar. Nâzım işin başında olduğu için bu sağlanıyor ve Leipzig’te Bizim Radyo’da böyle bir ekip kuruluyor. Bu ekip tamamen TKP’lilerden kurulu ama içlerinde Zekeriya da var ve Zekeriya’ya da tabi ihtiyaçları var çünkü profesyonel bir gazeteci o. Dolayısıyla Zekeriya'nın çalışmasını onlar kabul ediyor ama Zekeriya da bir şartla kabul ediyor, ‘Sansürü asla kabul etmem’ diyor. Onun bu şartını da kabul ediyorlar. Yani ilginç olan o sırada TKP’nin Sovyet borazanı olarak Bizim Radyo’yu sürdürmek isterken, aslında Bizim Radyo tamamen Türkiye'ye objektif haber yollayan bir yayın organı olarak uzun süre iş yapabiliyor. Ondan sonra tabii TKP bundan çok hoşnut olmadığı için ayrılıklar baş gösteriyor ve oradaki işlerini de kaybedip Bakü’ye gitmek zorunda kalıyorlar. Nâzım da ölünce bütün korumaları kalkıyor ortadan ve dolayısıyla son yılları çok zor geçiyor Bakü’de. Sürekli izleme altındalar hatta dinleniyorlar, evlerinin dinlendiğini de daha sonra Yıldız Sertel bana anlatmıştı. Sabiha o şartlarda otobiyografisini yazıyor ve onun yayınlandığını göremeden 1968’de ölüyor maalesef.
Ö.M.: Evet, süreyi de bitirdik, maalesef doldurduk. Yani kocasının hizmetçisi olmamayı başarıyor ama kocası da sansürün hizmetçisi olmamayı, komünistlerin hizmetçisi olmamayı da başarıyor. Çok şaşırtıcı, çarpıcı ve önemli bir ikilinin mücadelesi aslında. Roman Gibi kitabında da zaten son derece etkili bir şekilde de anlatıyor Sabiha Sertel.
Evet, belgeseli de bitince mutlaka konuşmak isteyeceğiz tabi, teşekkür ederiz katıldığın için. Bu arada da ben, Derya Sazak’a da buradan bir selam göndereyim; Dünya Kadınlar Günü’nde bu konuyu konuşmak onun önerisiyle de olmuş bir şey, ona da bir günaydın diyelim, çok teşekkür ederiz.
N.D.: Ben teşekkür ederim. Derya Bey de ayrıca sağ olsun.
Ö.M.: Konuşmaya devam edeceğiz bunları.
N.D.: Hoşça kalın.